15 Haziran 2009

Röportaj - Temel DEMİRER


Türkiye-AB ilişkileri üzerine yorumların yer aldığı sitemizde, muhtelif görüşleri yansıtmak amacıyla, Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri hakkında röportajlar yapıyoruz.

Sitemizin üçüncü röportajını, Mavi Defter yazarı Temel DEMİRER'le 15 Haziran 2009'da yaptık.

Yoğun iş temposunda röportaj davetimizi kabul ettiği ve sorularımızı içtenlikle yanıtladığı için Sayın Temel DEMİRER'e teşekkür ederiz.


***Röportaj***


Röportör: Öncelikle davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Size Avrupa Birliği ve AB-Türkiye ilişkileri konusunda üç ayrı soru sormak istiyoruz. İlk sorumuz, Türk halkının Türkiye-AB ilişkilerine bakış açısı nedir; ilişkilerimiz geçmişten günümüze doğru nasıl bir yol izlemektedir olacaktır.
Bir sonraki sorumuz: Avrupa Birliği, azınlıklar hakkında Türkiye'den neler beklemektedir? Bu durum, Türkiye'de nasıl karşılanmaktadır?
Son sorumuz ise: Türkiye'nin AB'ye üye olabileceğine inanıyor musunuz? Türkiye'nin AB'ye üye olmasını istiyor musunuz?

Temel DEMİRER:
AB… AB… DEDİKLERİ![*]

TEMEL DEMİRER

“Hayat, biz gelecek için
plânlar yaparken
başımızdan geçenlerdir.”[1]

Ben bu yazıyı kaleme almaya başladığımda iki gazetenin ilk sayfalarındaki haberlerden biri, “Avrupa sağa kırdı! AP için 27 ülkedeki seçimlerde merkez sağ gücünü korudu, aşırı sağ ve göçmen karşıtları güçlendi. Sol ve sosyal demokrat partilerse ezildi”; [2] ikincisi ise, “Avrupa set çekti… Kıta sağa kaydı… Solun eridiği AP seçimlerinde ‘ötekini dışlayan Sarkozy, Merkel ve ırkçılar güç kazandı.”[3]
Bu haber/gerçek ardından, hâlâ AB’de ne oluyor? Ya da AB/Türkiye ilişkileri konusunda yazmak gerekli mi? Bence gereksiz!
“Ama gerekli” diyeler var ise, bundan sonrasını onlar için kaleme alıyorum; “Düşünmek zor iştir. Muhtemelen bu nedenle çok az insan düşünür,” diyen Henry Ford’un sözlerinin altını özenle çizerek!
Öncelikle yukarıdaki haberde “merkez sağ” dediklerinin Sarkozy, Merkel olduğunu belirtmeliyim; tabii, bunların “merkez sağ” değil; solun sağcılaştığı Avrupa’da aşırı sağcılığın yoğunlaştı(rıldı)ğı odaklar olduğunun altını çizerek!
Bu uyarı ile devam edersek; Nicolas Sarkozy’nin, “Hiç şüphesiz AB, XX. yüzyılın keşfedilmiş en iyi düşüncesi ve AB’ye her zamankinden çok ihtiyaç var,” deyişi; sermayenin Avrupa’sının, patronlar için önemli olduğunu belirtirken; AB’nin ezilenler, ötekiler için de “nafile bir çaba” olduğunu yüksek sesle, açıkça dillendirmektedir…
Görünen köy kılavuz istenmez; bu Türkiye için de böyle; hem de TÜSİAD’ın Brüksel Temsilcisi Bahadır Kaleağası’nın itirafında dile getirdiği gibi: “Avrupa’da bazı çevreler Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmayı öngörüyor; umutları ‘demokratik eksiklikler, toplumsal duygusallık, siyasal özgüvensizlik, hantal devlet mekanizması ve analiz hataları.’ Amaçları Türkiye’yi siyasal karar sistemine ortak almadan, özel bir statü ile AB’nin etki alanında tutmak.”
“Bu neden böyle” mi?
Bir çok şeyden ötürü ama öncelikle krizden dolayı…

AB VE KRİZ

Paul Krugman’ın, “Güçlü bir ‘merkez’ eksikliği Avrupa’yı iyice darboğaza sokabilir,”[4] uyarısını dillendirdiği gidişatta AB süreci, tarihinin en büyük mali krizinin ardından, şiddetli bir resesyona giriyor. Üstelik de bu dünya çapında, hatta bir depresyona dönüşme riski taşıyan bir resesyon. Bu mali kriz ve giderek derinleşmekte olan resesyon, tüm ekonomik ve siyasi sorunlarını hızla ve keskinleştirerek gündeme getirerek, AB sürecinin geleceği üzerine kocaman bir soru işareti koyuyor?
Kriz Avrupa’yı gittikçe daha derinleşerek vuruyor. Global krizden en büyük ölçüde etkilenen Almanya ve Fransa’da politikacılar, dikkatleri başka yere çekme adına Türkiye’ye yükleniyor ve ikide bir, Türkiye’nin AB’ye giremeyeceğini vurguluyorlar.
Euro kullanan 16 ülkede yılın ilk 3 ayında gayri safi milli hasıla (GSMH) yüzde 2.5 düştü. Böylece, bu konudaki yıllık düşüş yüzde 10’a ulaşıyor. AB’nin en büyük ekonomisi Almanya’da, ilk 3 aylık GSMH düşüşü, ortalamanın üzerinde ve yüzde 3.8. Bu rakamlar, bütün beklentilerin en kötüsü. İtalya’da yüzde 2.4; İspanya’da yüzde 1.8 ve Fransa’da da yüzde 1.2 GSMH düşüşü var.
Bu küçülmeye rağmen, euro, dolar karşısında yükseliyor. Bu yükseliş, AB Merkez Bankası’nın krizi iyi yönetemediği anlamını taşıyor. GSMH’nin herhangi bir 3 ayda yüzde 0.1 bile düşüşü, AB ülkeleri için büyük bir kriz patlaması anlamına geliyor. Şimdiki durumun kötülüğünü düşünün.
Rakamlar, krizin AB’deki etkisinin ABD’den fazla olduğunu gösteriyor. Özellikle, Alman ve Fransız ekonomileri çok büyük çöküşler yaşıyor. ABD ve İngiltere ekonomilerinin ve özellikle otomotiv sektöründeki ithalatlarının düşmesinin, en çok Alman ekonomisini vurduğu anlaşılıyor.
16.8 trilyon dolarlık gayri safi hasılasıyla dünyanın en büyük ekonomisini oluşturan AB de çok ciddi sorunlarla karşı karşıya. AB’nin sorunlarının şimdi, “bugüne kadar hep” yumuşak havalarda yoluna devam eden “Birlik süreci bu basınçlara dayanabilecek mi” sorusuyla yüklendiğini görüyoruz.
AB sürecinin devam edebilmesi için birleşik pazarın varlığını koruması, ekonomik bütünleşmenin ilerlemesi gerekiyor. Buna karşılık, AB bölgesi ülkelerinin, en azından sürecin çekirdeğini oluşturan Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya’nın krize karşı ortak bir tepki, eşgüdümlü politikalar geliştirmediklerini görüyoruz.


İŞTE FATURA[5]
ÜLKE
BANKA KURTARMA (milyon ABD doları)
EKONOMİYE DESTEK (milyon ABD doları)
TOPLAM (milyon ABD doları)
ABD
3.759
909
4.668
İRLANDA
743
-
743
ÇİN
-
690
690
İNGİLTERE
636
36
672
JAPONYA
399
218
617
FRANSA
540
39
579
RUSYA
209
297
506
İSKANDİNAV ÜLKELERİ
400
7
407
HOLLANDA
356
9
365
İSPANYA
225
74
299
AVUSTURYA
150
2
152
GÜNEY KORE
138
3
141
DOĞU AVRUPA
54
58
112
KANADA
71
37
108
İTALYA
90
10
100
GÜNEY AMERİKA
-
50
50
İSVİÇRE
46
1
47
YUNANİSTAN
42
-
42
PORTEKİZ
36
3
39
AVUSTRALYA
6
32
38
GÜNEY ASYA
14
24
38
BELÇİKA
20
3
23
TOPLAM


11.324 (milyar ABD doları)

Hâlâ görmeyen var mı?

Ekonomik kriz AB ekonomilerini şiddetle sarsıyor. AB üyesi devletler krize karşı ortak bir önlemler paketi oluşturamıyor, aksine korumacılık eğilimleri güçleniyor. Bu gelişmeler AB’nin üzerinde durduğu sacayağını (birleşik pazar, Avro ve ulus devletleri aşan bir “müşterek hükümranlık-pooled sovereignity”) çürüterek “Bu krizde ayakta kalabilecek mi” sorusunu gündeme getiriyor…[6]
Kolay mı? “Sanal ekonomi şişti,” diyen Sarkozy’ye göre küreselleşmenin ilk büyük krizindeyiz artık!
Dünya ekonomisinde artık bazı şeylerin değişmesi gerektiğini söyleyen Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, “Bu yol, bizi intihara götürür,” diyor! Haksız da değil hani!
İyi de bunlar olurken; ya AB mi?!
Küresel krizin Avrupa’nın “birliğini” tehdit ettiği günlere tanık oluyoruz. Macaristan Başbakanı Ferenc Gyurcsany, Orta ve Doğu Avrupa’nın küresel krizi aşmasında kullanılmak üzere AB üyesi ülkelerden acilen 190 milyar Avro (241 milyar dolar) tutarında bir yardım paketine ihtiyaç olduğunu öne sürmüştü. Macaristan Başbakanı, söz konusu yardım paketinin gerçekleşmemesi durumunda “Batı ile Doğu Avrupa arasında yeniden bir ‘demir perde’ çekileceğini ve 24 üyeli birliğin parçalanmaya gideceği” tehdidini de dile getirmekten çekinmemişti.
Bunun yanında Forum İstanbul 2009’un, ‘Dünya Finansal ve Ekonomik Krizinden 2023 Türkiye’sine’ toplantısının ikinci gününe AB tartışmaları damga vurdu.
Katılımcılar, krizin ekonomik anlamda AB’nin henüz birlik olmadığını gösterdiğini dile getirirlerken; Sabancı Holding Üst Yöneticisi Ahmet Dördüncü de, “AB’nin krize reaksiyonu çok geç ve çok bölük pörçük oldu” ifadesini kullandı.

AB’NİN SORU(N)LARI

Kriz AB’yi bir hayalete dönüştürürken; AB’nin soru(n)larını da ağırlaştırıyor!
Öncelikle küresel ekonomik krizin, alınan önlemlere karşın, etkisini her geçen gün biraz daha hissettirmesi AB’nin 27 üyesi arasındaki “birlik ruhunu” da derinden etkiliyor. “Zengin Batı kanadının”, ekonomileri çok ciddi bir biçimde çökme riski altında olan “Doğu kanadına” yardım etmede pek istekli davranmaması Avrupa entegrasyonunun sorgulanmasına neden oluyor. 2009 Şubat ayı sonunda düzenlenen AB Zirvesi’nde, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yönelik bir yardım paketinin devreye sokulmasının kabul görmemesi, bu ülkelerdeki hem siyasi hem de ekonomik endişeleri en üst düzeye çıkardı.
AB Dönem Başkanı Çek Cumhuriyeti Başbakanı Mirek Topolanek zirve sırasında içinde bulunulan durumu “Avrupa entegrasyonunun tarihindeki en ciddi kriz” sözleriyle tanımlamıştı. “Doğu kanadının” çökmesi hâlinde bunun tüm AB üzerinde tamiri çok zor bir hasar yaratacağı gün gibi ortadayken “Batı kanadının öncelikle kendini kurtarmaya ağırlık vermesi”, Macaristan Başbakanı Ferenc Gyurscany’nin “AB’de yeni bir Demir Perde oluşmasına izin vermemeliyiz” çağrısının oldukça yerinde olduğunu kanıtlar nitelikte.
Tam da bu koordinatlarda “Ekonomik sıkıntılar artarken Çekler ve Fransızlar sözlerini sakınmıyorlar,” diyen Steven Erlanger ekliyor: “Daha çok liselilere yakışacak türden bir ergen atışması gibi görünse de önceki AB dönem başkanı Fransa ile sonraki dönem başkanı Çek Cumhuriyeti arasındaki geçimsizlik, birliğin ağır ekonomik kriz ile baş edebilme yeteneğine hasar vermekte. Hem kişisel hem de siyasi boyutu olan bu atışma 27 devletli grup içindeki küçük ülkelerle büyük ülkeler, liberal ekonomiye sahip olanlarla daha devletçi olanlar, Avro kullanan ülkelerle kullanmayanlar, Batı Avrupa ile Orta Avrupa, eski Avrupa ile yenisi arasındaki bölünmeleri gün ışığına çıkarıyor.
Sorun, küresel ekonomik çöküşün ortaya çıkardığı korumacı, yurtsever söylem ve kararlar sayesinde, mallar ve hizmetler için ortak bir Avrupa pazarı fikrini zayıflatmakla kalmayıp aynı zamanda Avrupa’nın küresel bir oyuncu olma isteğini alay konusu hâline getirdiği için hem daha kötü, hem daha önemli bir hâle gelmekte. 2008 yılı sonunda AB dönem başkanlığını isteksizce devrederken Fransa Başkanı Nicolas Sarkozy, Çekleri, krize karşı aldıkları önlemler konusunda hem cesaretsizlikle, hem de yavaşlıkla suçlamış ‘Yapabileceklerini yapıyorlar’ demişti. Çek Başbakan Mirek Topolanek ve yardımcıları ise Sarkozy’yi sorumsuz ve megaloman olmakla suçladılar. AB karşıtı Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus, Sarkozy’nin Avrupa’nın ‘daimi başkanı’ olmak arzusu ile alay etti ve ‘Hiperaktif olup her hafta sonu AB zirvesi düzenlemek gerektiğini düşünmüyorum’ diye ekledi.”[7]
Tekrar pahasına altını çizmeden geçmeyelim: AB dönem başkanlığını 1 Ocak 2009’da devralan Çek Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus, AB’yi “antidemokratik ve elit bir kulüp” olmakla suçlayarak, Avrupa karşıtı çıkışlarını sürdürdü.
Görülmesi gerek: AB birleşemiyor! AB’nin zengin Batı kanadının, ekonomileri çökme riski altında olan Doğu kanadına yardımda istekli olmaması Avrupa entegrasyonunun sorgulanmasına neden oluyor.
Bu durum, Çimen Turunç Baturalp’a, “AB’nin doğu ile batı üyeleri arasındaki gerginlik giderek artıyor,” saptamasını yaptırıyor.
Veya Ceyda Karan’a, “Avrupa Anayasası’yla birlikte ‘siyasi birlik’ vizyonunu gömmüş AB, dünyayı kasıp kavurmaya başlayan ekonomik krizle birlikte ‘ekonomik birlik’ ruhuna da el fatiha mı okutacak?” sorusunu sordurtarak, “AB’nin birlik olarak kalmak yolunda ciddi sınavlardan geçeceği muhakkak. Doğu Avrupa ülkelerinin kentlerinde ekonomik krizi protesto gösterileri düzenlenmeyen gün geçmez oldu. Uzmanlara göre özellikle Macaristan, Letonya ve AB üyesi olmayan Ukrayna topyekûn iflasın eşiğinde. Romanya, Estonya, Litvanya ve Bulgaristan cari açıkları ciddi sorunlu görülen ve IMF yardımına kalmış ülkelerden sayılıyor. Polonya ile Çekya da tehlikelerden azade değil,” dedirtiyor!
Bunların yanında AB “birleşeceğim” derken; parçalanıyor!
Örneğin AB’nin kalbi Belçika’yı Fransızca konuşan fakir Valonlar ile Flamanca konuşan zengin Flamanlar arasındaki ülkeyi parçalanma noktasına getiren siyasi kriz büyüyor!
Ayrıca, Eirikur Bergmann’un ifadesiyle “Ekonomisi balıkçılığa dayandığı için karasularında egemenliğe büyük önem veren İzlanda, mali sektöründeki çöküşün ardından AB’ye tam üyeliği gözden geçiriyor”![8]
Sonra Fransa ve Hollanda’da referandumlarda reddedilen AB Anayasası’nın yerini alması üzerinde uzlaşılan Lizbon Anlaşması Çekya’da mahkemelik oldu. 27 üye içinde sadece İrlanda’nın referanduma götürdüğü ve “Hayır” oyuyla ağır darbe indirdiği anlaşma, 25 Kasım 2008’de Çek Anayasa Mahkemesi’nde görüşülmeye başlandı. Anlaşmanın Çek anayasasına uygun olup olmadığıyla ilgili oturum televizyondan naklen yayımlandı. Anlaşma aleyhine Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus, lehine Başbakan Yardımcısı Aleksandr Vondra görüş bildirdi!
Nihayet AB’yi bölme potansiyali Avrupa’yı 1914-1918 yıllarında kasıp kavuran Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren ateşkes, 90. yıldönümünde törenlerle anılırken; 11 Kasım 2008’de suyüzüne çıktı!
“Nasıl” mı?!
AB Dönem Başkanı Fransa’nın Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin merkezi törenin yerini Paris’ten Verdun’a almasına öfkelenen Alman Başbakanı Merkel, Polonya’daki törenlere katılmayı tercih etti.
Töreni düzenleyenlerin “Sarkozy’nin Almanya’nın utanç verici askeri geçmişinin simgesini seçmesinden rahatsız oldu” yorumunu yaptığı Merkel, Verdun’a parlamento başkanı Peter Müller’i yolladı.
Özetin özeti: AB’nin yıkıcı/yıpratıcı soru(n)ları büyüyor, derinleşiyor!

LİZBON ÇATLAĞI

Bunun en anlamlı verilerinden birisi de AB’nin Lizbon çatlağıdır!
Bilindiği gibi, 12 Haziran 2008 günü, İrlandalı seçmenler Lizbon Anlaşması’na “Hayır” deyince AB kilitlendi. Çünkü AB’nin mini anayasa metni olarak, nitelenen anlaşmanın yürürlüğe girmesi için 27 üye ülkenin hepsinin onayı gerekliydi…
Aslında, “800 bin İrlandalı’nın 500 milyonluk Avrupa’yı kilitlemesi” deyimi de çok doğru değil. Çünkü burada yapılan bir kamuoyu araştırması, eğer halkoyuna başvurulmuş olsaydı, Fransızların da yüzde 53 oranında Lizbon Anlaşmasına hayır diyeceklerini ortaya koydu.
Demek ki, olayın sorumluluğunu yalnızca İrlandalılar’ın üstüne atmak hiç doğru değil.
Avrupalıların büyük bir kısmı hangi ülkede olurlarsa olsunlar, AB’nin bugünkü yapısından ve işleyiş şeklinden şikâyetçiler!
İrlanda Referandumu sonuçlarının belli olduğu dakikalardan itibaren AB’den art arda gelen açıklamalar referandum sonucuna yönelik sert tepkileri yansıtırken AB içindeki derin anlaşmazlıkları da ortaya çıkarıyordu.
AB Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso, AB dönem başkanı Slovenya Başbakanı, AP parti gruplarının sözcüleri, İrlanda Başbakanı Cowen’i istenmeyen sonuçla ilgili açıklamada bulunmaya çağırdılar. Barroso “Lizbon Anlaşması’nı destekleyenler olarak sonucun farklı olmasını umut etmiştik,” dedi.
Birleşik Liberaller ve Demokratlar İrlandalıların oylarının AB’yi başlangıç noktasına geri döndürdüğünü belirtirken grubun anayasal işler sözcüsü Andrew Duff, “Bu İrlanda, AB ve AB’nin dünyadaki yeri adına trajik bir sonuçtur,” saptamasını dillendirdi.
Evet AB’nin siyasi ve idari yapısını yenileyecek olan Lizbon Anlaşması’nın İrlanda’da 16 Haziran 2008 tarihinde yapılan referandumda reddedilmesinin ardından AB yeni bir krize sürüklendi. İrlanda halkının yüzde 53.4’ünün “Hayır” oyu Avrupa’da adeta soğuk duş etkisi yarattı. Referandumunun Avrupalıları şaşkınlığa uğratmasının ardından ortaya çıkan durum Avrupa basınında tartışılmaya devam ediyor. Le Figaro “AB, ölüm fermanını imzaladı” manşetiyle Avrupa’da yaşanan kaotik durumu özetliyordu.
Libération ise, “Küçük İrlanda AB’yi batırdı” ifadesi ile durumu özetlediği haberinde 1 Temmuz’da AB Dönem Başkanlığı’nı Slovenya’dan devralacak Fransa’da Sarkozy’nin tüm plânlarını altüst ettiğini yazıyordu. Özetle “küçük” İrlanda, “büyük” hayallere engel oluyordu!
Erhan Akdemir’in ifadesiyle, “Avrupa Birliğinin kurucuları ve yönlendiricilerinin, yapının kurumsal niteliğini derinleştirmek amacıyla çalışmasına karşın son yıllarda işler istenildiği doğrultuda yürümüyor. AB’ye katılmasının ardından ekonomik durumu iyileşen, üretimi artan İrlanda’nın, Lizbon Anlaşması’nı veto etmesi yeni belirsiz bir süreci başlattı.”
Aynı konuda Herfried Münkler de, “İrlanda’nın ‘Hayır’ı ile birlikte bir Avrupa hayali de tuzla buz oldu. Anlaşılan Avrupalılar çok fazla hayal görüyor ama bu hayalleri gerçekleştirmek için pek az kararlılık gösteriyor,”[9] diyordu!
Toparlarsak; AB’nin Fransa ve Hollanda referandumlarında reddedilen Avrupa Anayasası yerine binbir pazarlıkla hazırlayıp kurumsal reformlar için devreye sokmaya hazırlandığı Lizbon Anlaşması’nın bu kez İrlanda referandumunda reddedilmesi, kimilerini “güldürüyor”, kimilerini de “ağlatıyor”du. 27 üyeden 18’inde meclis onayıyla geçen anlaşmanın halkoyuna sunulduğu tek ülkede reddedilmesinin ardından kalan sekiz ülkeye anlaşmayı onaylamaları çağrısı yapılıyor.
‘The Times’, İrlanda’daki sonucu “Jargona boğulmuş ve bürokratların dayattığı sürece karşı zafer” olarak alkışladı.
‘The Sun’, “İrlanda, söz hakkı verildiğinde çoğunluğun Avrupa’nın yönetilişinden memnun olmadığını kanıtladı” derken; L’Humanite de aynı görüşteydi: “Teşekkürler İrlanda halkı. Avrupa’nın sorunu halkıyla.”
Almanya’da solcu Süddeutsche ise, “AB’nin çökmeye başladığının göstergesi” diye yazdı.
Çekya’da Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus’un “Anlaşma bitmiştir, bir başka ülkede daha onaylanması imkânsız” görüşünü pek çok gazete paylaştı.
Nihayet… Fransa ve Hollanda referandumlarından dönen Avrupa Anayasası’nın yerine hazırlanan Lizbon Anlaşması’nın İrlanda’daki referandumda reddedilmesiyle AB’nin frenini çekilirken, 16 Haziran 2008 tarihli dışişleri bakanları toplantısında çözümsüzlükle yüzleşildi.
1 Temmuz 2008’de dönem başkanlığını devralacak Fransa ve Almanya gibi ağır topların anlaşmanın onay sürecinin devamı çağrısına karşın, 27 üyenin de onayı şartının ışığında İrlanda Dışişleri Bakanı Michael Martin acı gerçeği itiraf etti: “Halkın kararına saygı göstermeli ve bir yol haritası çizmeliyiz. Bir çözüm önermek için henüz çok erken. Çabuk hazır çözümler yok.”
AB Yüksek Temsilcisi Javier Solana, sorunun çözüleceğini vaat etse de “Uygulamada nasıl çözeceğiz, bilmiyorum” diye ekledi.
Şimdi soralım: Soru(n)larını “Anayasası”nın referanduma sunulduğu ülkelerde reddedilmesi üzerine, (“halkoylamasına sunulmaması” kaydıyla Lizbon Anlaşmasını dayatmak gibi) tepeden inme yöntemlerle “hâlleden” AB’yi “demokratik” olarak nitelemek ne kadar mümkün olabilir?

SARKO PARANTEZİ

“Demokrasi”den söz ederken; Fransa’da Sarko; İtalya’da Berlusconi örneğini anımsatmadan geçemeyiz!
“AB’de, emekçilerin sosyal kazanımlarını tehdit eden ‘sözde özetlenmiş anayasasının kabulüne’ yönelik Lizbon Anlaşması’nı referandumdan kaçırarak, yeni AB Anayasası’nın başlıca mimarlarından biri olan Sarkozy’nin ‘sosyal sorunlar ve insan hakları’ndaki karnesi de parlak değildir.
İnsan Hakları Ligi’nin raporunda Fransa’da özgürlükler ve sosyal hakların ciddi bir biçimde ihlâl edildiğinden söz edilmektedir. ‘Boğulan demokrasi’ başlığıyla yayımlanan söz konusu rapor, insan hakları ve özgürlük ihlâllerini altı bölümde sergilemektedir.
Raporun yazarları, öncelikle Cumhuriyetin gelenekleri yerine ‘seçimli monarşiyi’ getirmek istemekle, daha da vahimi ‘emekçilerin ücretlerini koruyan’ temel yasa maddelerini tehdit eden yeni ‘iş kontratı’nı yaşama geçirmekle suçlamaktadır.”[10]
Boşandığı eski eşi Cecilia’nın, “cimri” ve “kadın düşkünü” olmakla suçladığı Sarkozy’inin Fransa Cumhurbaşkanı olduktan sonraki bir yıllık görev süresinde har vurup harman savurduğu ortaya çıktı. Bütçe raporuna göre, Sarko’nun yurt dışı seyahatleri, siyaset danışmanları ve resepsiyonlara döktüğü paranın 112.3 milyon avroyu buldu. Bu da bir önceki başkan Jacques Chirac’ın harcamalarının üç katı oluyor. Sarko’nun sadece seyahat masrafları 20.3 milyona avro tutmuştu!
Gerçekten de Philippe Marliere’nin yerli yerine oturan betimlemesiyle, “Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı, sosyal zihniyetli Fransa’nın küresel kapitalizme teslim oluşu anlamına geliyor. ‘Sarkozyizm’, ‘ahlâki kriz’ ve ‘çöküş’ten bahsederek neo-liberal reformların ‘kaçınılmazlığını’ haklılaştırmayı ve Anglo-Amerikan kapitalizminin benimsenmesini amaçlıyor.
Nicolas Sarkozy kimdir? Fransa için siyasi projesi nedir? Galyalı bir Thatchercı, gizli bir yeni muhafazakâr mıdır? Yoksa devlet plânlamasından yana bir tür kılık değiştirmiş sosyalist midir? Birbiriyle çatışan bütün bu yorumlar yanlış. ‘Sarkozyizm’ aslında Fransız sağının Orleancı ve Bonapartçı geleneklerinin (Giscard d’Estaing’in ekonomik liberalizmiyle De Gaulle’ün popülizmi ve otoriterliğinin) birleştirilmiş ve bunların üstüne çok geniş yelpazeden ideolojik referanslar serpiştirilmiş hâli. Fransa cumhurbaşkanı konuşmalarında solcu isimlerden (Jaures ve Blum) ve aşırı sağcı düşünürlerden (Barres) özenli alıntılar yapıyor.
Bu saçma tutum en iyisinden komik, en kötüsünden endişe verici olarak değerlendirilebilir. Sarkozy aynı zamanda medyayı eğlendirmeye, yönlendirmeye ve ona çatmaya hevesli ‘Berlusconivari bir soytarı’ olarak da görülebilir. Cumhurbaşkanı için siyasi haberler kötü seyrettiğinde ‘Şovmen Sarko’ dikkatleri dağıtmak için ortaya atılıyor.”[11]
Kim ne derse desin; Sarko, Merkel, daha sonra değineceğimiz Berlusconi bize, sermayenin AB’sinin en vasat hâlini sergilemektedir…
Çünkü AB, kapitalist sermaye yalanının gerçeği; en somut hâlidir!

AB YALANININ GERÇEĞİ

AB yalanının gerçeğine ilişkin birkaç noktaya değinmek yeter de artar bile…
İlki, tekzip edilmemiş bir gazete haberi: “AB liderleri, Brüksel’deki zirvede, Belgrad’a, Kosova’nın bağımsızlığına ses etmemesi karşılığında AB’ye üyelik sürecini hızlandırmayı vaat etti”![12] İşte bir AB “değeri”!
İkincisi bir yazıdan alıntı: “AB müzakere sürecinde Ankara’ya şöyle demişti: ‘Eğer sendikal yasalarda değişiklikler yapmazsanız, ‘istihdam ve sosyal politika’ başlıklı fasıl müzakerelere açılmaz!’ Hükümet de Brüksel’e dedi ki, ‘Bu başlığı müzakereye açmazsanız, ben de değişiklik yapmam’!”[13] İşte emek ve emekçiler için AB’nin özeti!
AB’ye “olağanüstü” önem atfedenler; AB’nin “aydınlanma”, “özgürlük”, “insan hakları”, “demokrasi”, “hukuk” geleneklerinden söz ederek, ahkâm keserler!
Bunlar, ne tarihsel ne de güncel olarak kesinlikle doğru değildir!
“Özgürlük filozofu John Locke, Kraliyet Afrika şirketi adına köle alıp satardı.
XVIII. yüzyıl doğduğunda İspanya kralı V. Philip taç giymiş ve kuzeni Fransa kralıyla, Gine şirketi siyahları Amerika’ya satabilsin diye bir anlaşma imzalamıştı. Her iki krallık da satıştan yüzde 25 pay alıyordu. Voltaire, Rousseau, İsa, Eşitlik, Umut, Dostluk gibi isimleri olan gemiler köleleri taşımıştı…”[14]
“Aydınlanma” Doğu, sömürgeler ve ezilenler ile ötekileştirilenler için hiç de masum bir kavram ve fiiliyat değildir, olmamıştır da!
“Aydınlanma”nın son kertede biri açık, diğeri örtülü iki amaca yönelik olduğu söylenebilir. Birincisi Avrupa’nın kendini, dünyanın geri kalanı karşısında, daha “üstün”, “gelişmiş” bir toplum olarak tanımlamasıyla ilgili. “Uygarlık” kavramı, Atina’nın Persler karşısında Isparta’yı desteklemesinin mantığından hareketle, esas olarak, dil, ırk ve din birliğine dayandırılıyor.
İkincisi, Avrupa, böylece kendine, “uygar” olmayan yerlere müdahale etmek (sömürgeleştirmek) için ideolojik gerekçe yaratıyordu: “Mission civilisatrice”, “beyaz adamın yükü” vb... “Irk birliği” fantezisi de daha baştan kavramın içinde olduğundan, böyle sınırlı, tüm insanlığın hikâyesini, uzun tarihsel karşılıklı etkileşim sürecini, göz önüne almayan bir “uygarlık” tanımı da, kolaylıkla “üstün ırk” varsayımını doğurabilecekti. Bu “uygarlık” kavramı daha baştan “emperyalist ve ırkçı” bir içerikle doğdu.
Bunları görmemek, “es” geçmek mümkün mü?
Bunlarla bağıntılı olarak -20’yi aşkın üyesine karşın bayrağında hâlâ ve ısrarla 12 yıldızı koruyan!- AB için çok önemli ve belirleyici bir etmen olan Vatikan’a gelince…
Öncelikle saptanması gerek: “Ruhban hükümdarlığının en tipik örneği Vatikan’dır. Vatikan, adı ne olursa olsun din adamlarından oluşan bir hükümdarlıktır; ve onun da başında bir papa vardır. Bir din devletidir.”[15]
Hem de öyle bir din devletidir ki, Angola’daki konuşmasında “dine dönüş” çağrısı yapan Papa XVI. Benediktus, hâlâ büyü ve büyücülük gibi “kötülük kaynaklarına inananların dine döndürülmesi” gerektiğinin altını çizerken;[16] yine Papa’nın, rahiplere emir vererek özel “şeytan çıkarma timleri” kurulmasını istemesiyle eş zamanlı kesitte, rahiplere şeytan çıkarmayı öğretmek için de kurslar açıldı.
Vatikan’ı gizli alemler ve satanistlerin güçlenmesine karşı koruma plânı kapsamında, her piskoposluk bölgesine şeytanla savaşmak için özel eğitim almış rahipler yerleştirilirken; Vatikan’ın Exorcsist Başkanı 82 yaşındaki rahip Gabriele Amorth, “Şükürler olsun ki, şeytanla savaşmaya kararlı bir Papa’mız var,”[17] diye konuştu.
Vatikan’ın başındaki Papa’nın geçmişinde “Nazi’lik” vardı; ve O, Papa XII Pius’u aziz ilan etmek istemektedir; hani “Nazi soykırımı” karşısında sessiz kalmayı öngören Papa XII Pius’u!
Vatikan’ın AB’sinde sadece ırkçılık değil, eş zamanlı kesitte İslâmofobi de yükseltiliyor!

“ÖRNEK” AB Mİ?!

Hayır! Bunlarla da sınırlı değil!
Neo-liberal pazarın, kapitalist ücretli köleliğin emperyalist bir versiyonu olarak AB, “olumlu” örnek falan değil…
Mesela… Bask parlamentosu kendi kaderini tayin hakkı ve ETA’yla diyalog konularında referanduma gidilmesini onayladı. Madrid’de Zapatero hükümeti, kararı yasadışı ilan edip “Reddi için hemen anayasa mahkemesine gideceğiz,” dedi… Ayrıca da İspanya’nın kendi kaderini tayin hakkı talebini yükselten özerk Bask ülkesinin ılımlı milliyetçi başkanı Juan Jose Ibarretxe de yargının hedef tahtasında. Ibarretxe ETA’nın 2003’te kapatılan siyasi kanadı ile bağlantıları nedeniyle yargılanacak…
Mesela… Atina, isim anlaşmazlığı yaşadığı Üsküp’le bu kez etnik azınlık krizi yaşıyor. Makedon lider, Karamanlis’e mektup yazıp, ‘Makedon azınlığın haklarını tanı’ çağrısı yapınca Atina kızdı! Başbakan Kostas Karamanlis, kendisine mektup yazarak Yunanistan’daki azınlığın haklarının iadesini isteyen Makedonya Başbakanı Nikola Gruevski’ye şu sert yanıtı verdi: Bizde Madekon azınlık yok, asla da olmadı…
Mesela… İngiltere’de Müslüman kuruluşlarda gönüllü çalışan 5 kişi, gizli servisin kendilerini muhbirliğe zorladığını, “Ya işbirliği yaparsın ya da seni terörist ilan ederiz” diye tehdit ettiğini anlattılar…
Mesela… Britanya hükümetinin hazırladığı yeni terörle mücadele stratejisi hilafetin geri gelmesini, şeriat yasalarının hâkim kılınmasını ve cihadı savunan Müslümanlara “aşırılıkçı” yaftası yapıştırılmasını öngörüyor…
Mesela… Fransa’da kamu düzenini bozabilecek ya da parti ve derneklerde görevli 13 yaşın üzerindeki kişilere dair özel bilgilerin toplanmasıyla ilgili proje ortalığı karıştırdı…
Mesela… Uluslararası Af Örgütü, Fransa hakkında yayımladığı raporda, “Kolluk kuvvetlerinin yargısız infaz uyguladığı, ırkçılık yaptığı ve aşırı güç kullandığı yolundaki iddialar etkili bir şekilde araştırılmıyor” saptamasında bulundu…
Mesela… İrlanda’da çocuklara cinsel tacizde bulunan Katolik rahiplerle ilgili uzun süredir beklenen rapor yayımlandı. Hükümet, Katolik kilisesine bağlı kurumlarda tacize maruz kalan çocuklarla ilgili bir belgeselin televizyonda yayımlanmasının ardından, soruşturma için bir komisyon kurmuş ve tazminat sözü vermişti. Çocuk Tacizi Araştırma Komisyonu’nun çalışmalarına başlamasından yaklaşık 10 yıl sonra yayımladığı 2 bin 500 sayfalı, 5 ciltlik rapor, 1930’lu yıllardan itibaren, binlerce çocuğun uğradığı tacizi anlatıyor. Taciz kurbanlarını temsil eden örgütlerden SOCA adlı kuruluşun koordinatörü John Kelly, söz konusu kurumların dağılan Sovyetler Birliği’ndeki tutuklu kampları “Gulaglar”a benzediğini, çocuklara köle gibi muamele edildiğini ve bazı çocukların köle olarak çiftçilere kiralandığını söyledi… Raporun, adaleti sağlamaktan uzak olduğunu düşünen Kelly, “Devlet sorumluluktan kaçtığını dünyanın bilmesini istemiyor” diye konuştu. Devlet bugüne kadar 12 bin 500 taciz kurbanına 1.36 milyar dolar tazminat öderken, kurbanların çoğu şikâyette bulunduklarını ancak kendilerine inanılmadığını açıkladılar…
Mesela… Ruanda hükümetinin 1994’te sadece 100 gün içinde nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hutuların azınlıktaki Tutsiler ile onları koruyan ılımlı Hutuların yaklaşık 800 binini katletmesini araştırmakla görevlendirdiği komisyonun 5 Ağustos 2008’de açıklanan raporu, Fransa’yı ‘soykırıma doğrudan katılmak’la resmen suçladı. Çok sayıda katliamdan kurtulan kişi, araştırmacı ve yazarla görüşülmek suretiyle iki yıllık çalışmayla hazırlanan 500 sayfalık raporda Fransa’ya yöneltilen suçlamalar çok net…
Ve nihayet… Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2001 yılında açlık grevi sırasında kaldırıldığı hastanede ölen Muharrem Horoz’un annesinin Türkiye aleyhine yaptığı şikâyet başvurusunu reddetti…
İşte bir AB “değerleri”!
İşte sermayenin AB’sinin özeti!
AB’ye “olağanüstü” önem atfedenler; AB’nin “aydınlanma”, “özgürlük”, “insan hakları”, “demokrasi”, “hukuk” geleneklerinden söz ederek, ahkâm kesenler bu neyin AB’si ya da “örneği”?!

IRKÇILIK (VE İTALYAN ÖRNEĞİ)

Sorumun yanıtsız kalacağını bildiğim için yine ben yanıtlayayım:
Yeryüzünde hiçbir ülke tarihsel geçmişi açısından “sütten çıkmış ak kaşık” değildir; AB’de!
Avrupa’ya bakalım: Faşist diktatörlükler, Mozambik ve Angola’yı iliklerine kadar sömüren Portekiz’de 48 yıl (1926-1974), İspanya’da 36 yıl (1939-1975), İtalya’da 23 yıl (1922-1945) sürmüştür. Avrupa’da 50 milyon insanın ölümüne neden olan İkinci Dünya Savaşı’nın baş suçlusu Hitler’in nasyonal-sosyalist diktatörlüğü Almanya’da 12 yıl iktidarda kalmıştır. Romanya 3 yıl (1941-1944/ General Ion Antonescu), Hırvatistan 4 yıl (1941-1945/ Ante Pavelic), Sırbistan 4 yıl (1941-1945/ Milan Nedic), Norveç 3 yıl (1942-1945/ Vidkun Quisling), Macaristan 6 ay (1944-1945/ Ferenc Szalasi) faşist/nazi diktatörler tarafından yönetilmiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu diktatörlükler tarafından on binlerce komünist, sosyalist, demokrat, Yahudi ve Roman, Nazilerin toplama kamplarına gönderilerek öldürülmüştür!
Bunların hepsi de Avrupa’da olması hasebiyle birer “AB değer(sizliğ)i”dir!
Juan Goytisiolo’nun, “Metaforas de la Migracion”daki deyişiyle, “Toplumlarımızın ve tarihsel cemaatlerimizin kökleri hakkında şeyler duyuyoruz… Ama insan, ağaç değildir. Kökleri yoktur, ayakları vardır, insan yürür,” gerçeğini unutan AB, hâlâ bu tür negatif “değer(sizlikler)i”nden vazgeçmiş görünmüyor!
Örneğin AB Temel İnsan Hakları Ajansı’nın (ABTHA) raporu bir yılda her üç Müslüman’dan birinin ayrımcılığa uğradığını ortaya koydu.
27 AB üyesinde toplam 23 bin 500 göçmen ve azınlık mensubuyla yapılan ankete göre Afrikalı siyahların yüzde 41’i, Kuzey Afrikalıların yüzde 36’sı, Türklerin yüzde 23ü ve Boşnak ile Arnavutların yüzde 12’si son bir yılda en az bir kez ayrımcılıktan mağdur oldu.
En çok iş yerinde ayrımcılık sözkonusu. Irkçı saldırıya uğrayan Müslümanların çoğu yetkililere güvenmediği için durumu şikâyet edemiyor. Türkler, ırkçı saldırıları polise en az rapor eden grupta yer alıyor. ABTHA, AB’yi ayrımcılıkla mücadeleye ve hak arayamayan mağdurları bilinçlendirmeye çağırdı. ABTHA Müdürü Morten Kjaerum, “İşe alımlarda ayrımcılığın yüksek olması çok kaygı verici,” dedi.
Ayrıca ‘The Guardian’, 27 Mayıs 2009 günlü nüshasında yayınlanan, ‘Göçmen Karşıtı ve Avro-Fobik: Aşırı Sağ Partiler Popülist Dalga ile İlerliyor’ başlıklı yazısında Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa’da aşırı sağın kaygı verici yükselişine dikkat çekerken; yine ABTHA raporuna göre her 10 yabancıdan biri kökeni nedeniyle saldırı ya da aşağılanmaya maruz kalıyor.
Mesela Bulgaristan… Reuters ajansı, Bulgaristan’da ezici çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Müslümanların aşırı milliyetçi grupların ırkçı tutumları nedeniyle artan sorunlarla karşılaştığına dair özel haber yayımladı. ATAKA adlı aşırı sağcı partinin Türk ve Müslüman karşıtı politikalarına Avrupa Parlamentosu seçimi kampanyasında diğer sağ partilerin tutumlarının da sertleşmesi eklenirken, “komşuluk” denen, yüzyıllardır yan yana yaşama kültürünün çatırdamaya başladığı ileri sürüldü…
Mesela İngiltere… Mesela Yunanistan… Mesela Fransa… Ya da Avrupa’nın tümü…
Ama ille de İtalya!

İTALYA! BERLUSCONİ!

Öncelikle gtörülmesi gerek: Halk desteğini yüzde 75.1 olarak açıklayıp Obama’yı solladığını ilan eden İtalya Başbakanı’nın doğruyu söylediğine dair işaret çok. Ama popülaritesinin Mussolini ile kıyaslanır duruma gelmesi İtalyan demokrasisi için hayra yorulmuyor!
Tam da bu noktada “Bu bir yol ayrımı” diyor ‘Corriere della Sera’nın ‘Acı Zafer’ (15 Mayıs) başlıklı başyazısı: “Değerler ve siyasi anlamda bir yol ayrımı!”
Ne için, neden, hangi yol ayrımı?.
AB kurucularından büyük bir Avrupa ülkesinde, İkinci Dünya Savaşı yıllarından bu yana -şaka değil- ilk kez “zenofobi” yasalaşıyor.
Türkçeye “yabancı düşmanlığı” olarak çevrilen “zenofobi”, aslında “yabancı korkusu” demek.
“Zenofobi” ya da “yabancı korkusu”nun (kaçınılabilir/ kaçınılmaz) bir sonucudur “yabancı düşmanlığı”. Bire bir kendisi değil...
Olay; “güvensizlik”, “huzursuzluk”, “endişe”, “irrasyonel korkularla” (başka deyişle ‘fobi’, bu durumda ‘zenofobi’ ile) başlar önce.
Siyasilerce önlem alınmaz; siyasi rant ve popülizm için kullanılırsa, kör kör parmağım gözüne “düşmanlığa” dönüşür.
İtalya, şimdi bu dönüşümü; “yabancı korkusundan” “yabancı düşmanlığına” geçişin dönüşümünü yaşıyor...
Sağcı Berlusconi hükümeti, nüfusun yüzde 10’una ulaşan “yabancı göçünün” ülke çapında yarattığı “fobiyi”; faşist dönemin ırkçı yasalarını aratmayan bir “yabancı düşmanlığı yasası” çıkarmak için kullanıyor.[18]
İşte örnekler…
* İtalya’da sağcı koalisyon hükümetinin ortaklarından Kuzey Birliği Partisi’nin, 6-7 Haziran Avrupa Parlamentosu seçimleri için aday gösterdiği taksi şoförü ve yazar Raffaella Piccinni, Milano metrosunda Milanolulara özel bir vagon ayrılmasını önerdi. Öneri ayrıca göçmenler ve kadınların da kendilerine ayrılan vagonlarda seyahat etmelerini kapsıyor!
* İtalya’nın Foggia kentinde yerel yönetim, göçmenlere ayrı otobüs tahsis etme ve bu aracın diğer kent sakinlerinin bindiğinden farklı rota izlemesi yönünde karar aldı. Karar, akıllara Güney Afrika’daki apartheid rejimi ve ABD’de siyahlara yönelik ayrımcı uygulamaları getirdi!
* İtalya’da doktorlardan yasadışı göçmen olduklarından kuşkulandıkları kişileri yetkililere bildirmelerini öngören tasarı kaleme alındı!
Bunların bir diğer “artı”sı da; “Mussolini’nin mirasçısı Ulusal İttifak’la birleşen ve siyasi tabanını faşist temeller üzerine inşa eden Berlusconi” gerçeği ve “sonuçları”…
Evet Berlusconi, Benito Mussolini Kara Gömleklileri’nin devamı niteliğindeki Ulusal İttifak (Alleanza Nazionale-AN) grubuyla partisi Forza İtalya’yı birleştirdi. Ortaya Popolo della Liberta (Halkın Özgürlüğü Partisi-PDL) çıkarken birleşme için öngörülen üç günlük kutlamalara 3 milyon avro ayrıldı. Böylece Başbakan olduğu 1994 yılından beri radikal sağ ile işbirliğini sürdüren Silvio Berlusconi, bütün sağın mutlak lideri durumuna geldi!
Ne dersiniz? Berlusconi bugünün AB’sini anlatmıyor mu?

AB’NİN GELECEK(SİZLİĞ)İ

Bu somut verilerin ışığında AB’nin gelecek(sizliğ)i meselesine gelince…
AB süreci bugüne kadar olumlu ekonomik koşullarda ilerlemişti; şimdi büyük bir mali krizle karşı karşıya. Birliğin geleceği bu ekonomik krizin etkilerine olduğu kadar, belki de daha çok, üye ülkelerin krize gösterecekleri tepkilere bağlı. Ya AB üyesi ülkeler safları sıklaştıracak ve birlik sürecini daha da derinleştirecekler ya da Birlik süreci çürümeye ve çökmeye başlayacak.
AB ülkeleri, “bizim banka sistemimiz ABD krizinden etkilenmez” fantezisi dağılıp krizin ilk dalgası kıyılarına vurduğunda ‘Le Monde’un başlığı, “Chaque’un pour soi” (herkes kendi başının çaresine baksın) AB’nin “gerçeğini” hemen ortaya koydu. Ortada ne Brüksel ne AB üyelerinin post-modern (birleştirilmiş) egemenliğinden bir iz vardı. Herkes hemen kendi ulus devletinin kucağına sığınmaya başlıyordu. Kriz derinleşmeye devam ederken bu “bencil” havanın giderek zayıflamaya, üyelerin “zorunlu olarak” birlikte davranmanın, krize karşı ortak bir program geliştirmenin önemini kavramaya başladıkları görülüyor.
AB duvarında ilk çatlağı İrlanda, diğer üye ülkelerin banka sistemini nasıl etkileyeceğine aldırmadan, kendi ülkesindeki bankaların mevduatlarını garanti altına alarak açtı. Bir ‘Financial Times’ yazarı İrlanda’nın tavrını, ortaçağda orduların muhasara ettikleri kentlerin içine mancınıkla vebalı ceset atmalarına benzetecekti. AB bankalarının mevduatlarının İrlanda’ya kaçarak diğer üye ülkelerin bankalarının içinin boşalması riski oluşunca, tedbir diğer ülkelerce de benimsendi. Bu sırada Almanya, FT yazarı Münchau’nun deyimiyle AB çapında hiçbir önemi olmayan Hypo Real Estate adlı bankayı, salt Almanya’nın siyasi gereksinimlerinden hareketle kurtarmaya kalkarak “fonlarını ziyan ediyor”, Fransa’nın önerdiği, AB çapında kurtarma paketini geri çeviriyor, mali kriz derinleşmeye devam ediyordu. Bu kez İzlanda, diğer AB ülkeleri üzerindeki etkilerine aldırmadan bankalarını devletleştirdi. İzlanda bankalarına bir milyar sterlinden fazla kamu parası kaptıran İngiltere, önce İzlanda’nın varlıklarını donduruyor sonra da ülkeye dava açıyordu.
Nihayet İngiltere AB’nin en kapsamlı, iddialı kurtarma paketini açıkladığında, tepkiler hâlâ, “her ülke kendi sorunlarını bildiği gibi hâlletsin” olmaya, piyasalar da çökmeye devam ediyor… Krizin AB sürecini bir yol ayrımına getirdiği kesin…[19]
“Yol ayrımı” AB için müphem bir gelecek(sizlik)!
Çünkü ‘Financial Times’ın ekonomi editörü Martin Wolf’a göre, “Serbest piyasa modelinin hegemonyası artık geride kaldı. Bundan sonra ülkeler, modellerini kendi ulusal gereksinimlerine göre oluşturacaklar”. Bu da tabii ki küreselleşme denen olgunun geleceğini tehlikeye atıyor. Bu saptamalar, “devletin geri gelmesine” ilişkin yorumlarla da uyuşuyor.
Ancak sorun şu ki devletlerin “geri gelişi”, şirket kurtarmalarından, devletleştirmelerin getirdiği mali yüklerden, ekonomik daralmanın getirdiği gelir kayıplarından dolayı, “devletin mali kriziyle” birlikte yaşanıyor. Dahası, devletler bu yeni döneme, bankalara yapılan mali transferlerden, krize giren emeklilik sistemlerinden, yönetici seçkinleri sarsan mali skandallardan, keskinleşen sınıf mücadelelerinden dolayı, meşruiyetlerini giderek zayıflatan dinamiklerle birlikte giriyorlar.
Bu devletlerden, halk yararına, gelir dağılımını düzeltecek politikalar beklemek gerçekçi değil. Öyleyse AB süreci gibi projelerin, liberal demokrasi gibi rejimlerin geleceklerini belirsizleştiren eğilimler güçleniyor.[20]
AB’yi (ve yapay kimliğini) bekleyen soru(n) da tam bu…

AB KİMLİĞİ

New York-Bard College’de İnsan Hakları profesörü Ian Buruma’nın, “Avrupalı kimliği sağlam olmaktan çok uzak ve bölgesel çıkarları destekleyen AB, savaş sonrası dizginlemeye çalıştığı milliyetçi güçleri cesaretlendiriyor,”[21] sözleriyle işaret ettiği AB’nin birde kimlik sorunu var….
Gerçekten de Elif Gençkal’ın işaret ettiği gibi, “Avrupa’nın mevcut sınırlarında gün geçtikçe etkisini arttıran dışlayıcı politikalar AB’nin genişleme sürecinde de kendisini gösteriyor. Birliğin üyelik için belirlediği Avrupa kimliği, demokratik statüler ve insan haklarına saygı şartlarının da belirsiz ve soyut karakterli olması, birliğin siyasi yaklaşımlarında sorun yaratıyor”ken; “Federal bir Avrupa ve bir Avrupa milleti oluşturma hayalimiz suya düştü,”[22] diye ekliyor Michel Rocard…
AB, “ortak bir kimlik oluşturma” çabalarının devreye soktuğu bir polarizasyon ve fragmantasyonu yaşıyor…
Bu da, “Yüzümüzün ve gözlerimizin rengi ne olursa olsun, göz yaşlarımızın rengi aynıdır,” diyen Afrika Atasözü unutan/ anlayamayan AB’nin “genişlemesi”nin önünü kesiyor!
Örneğin ‘İç İçe Girişler: İslâm ve Avrupa’[23] başlıklı yapıtında iki medeniyetin birlikte yaşama sınırlarını ve isteklerini sorgulayan Nilüfer Göle, “Avrupa, İslâm karşısında kimlik arayışına düştü. Türkiye’nin AB’ye üyeliği etrafındaki tartışmalar bunu açığa çıkardı. Avrupa duygusal ve kimliğini kaybetmekten korkar hâle geldi,” diyor.

GENİŞLEME(ME!)

Ferai Tınç’ın betimlemesiyle, “Avrupa genişleme yorgunu…”
Sadece bu kadar mı? Elbette değil!
Ne genişlemesi, bir genişlememeden; hatta birleşememe yanında dağılmadan söz etme zamanıdır artık!
Üyelerden bazıları sorun yaşadıkları aday ülkelere birliğin kapısını aralamakta isteksiz
Siyasi gözlemcilere göre Slovenya’nın Hırvatistan’ı, Yunanistan’ın Makedonya’yı, Kıbrıs Rum Kesimi’nin Türkiye’yi bloke etmesi; Almanya, Fransa gibi AB’nin genişlemesine karşı olan ülkelerin de işine geliyor.
2011 yılına kadar AB’nin 28. üyesi olmasına kesin gözüyle bakılan Hırvatistan’ın üyelik süreci de sürüncemeye girdi.
Hırvatistan ile Slovenya arasındaki sınır sorununun çözümünde önümüzdeki birkaç hafta içinde ilerleme kaydedilemezse 2009 sonuna kadar sonuçlanması plânlanan Hırvatistan ile AB arasındaki müzakere süreci tamamlanamayacak…
Evet, AB “genişleme(me)si” artık, “meli…”, “malı…” ekleriyle konuşuyor…

AB VE T.“C”’NİN KONUMU

Bu tabloda ‘The Economist’, “İşi en zor olan AB adayı Türkiye”; Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in Dış Politika Başdanışmanı Sergey Aleksandroviç Markov, “Türkiye’nin 15 yılda AB’ye üye olmasının mümkün görünmüyor,” derken; Peter Luff da ekliyor: “Türkiye’nin AB üyeliğinin kolay olmayacağı ortada”![24]
Eklenecek fazla bir şey olmasa da sıralayalım!
Siz bakmayın John Thornhill’in, “Pek çok açıdan Avrupalı sayılan ve hâlâ gelişmekte olan Türkiye’yle AB’nin daha fazla yakınlaşması iki tarafın da yararına,”[25] demesine…
“Temenniler”in ötesindeki somut gerçek şu: Sarkozy’nin Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı kesin tavrı sürüyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, Türkiye-AB Ortaklık Konseyi için gittiği Brüksel’de basın ile sohbet ederken, AB ile ilişkiler konusunda hükümetin kararlılığını vurgulamış, bunun hükümet açısından geri dönülmez bir süreç olduğunu belirterek, “Türkiye’nin AB süreci, müzakerelerle birlikte yürüyen ve tek yönlü bir süreç. Ne geri dönüşü ne sağa veya sola çıkışı var,” dese de; anketler, Fransız seçmenin üçte ikisinin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ortaya koydu. ‘OpinionWay’in 5 bin 79 kişiyle yaptığı ankete göre, Fransız seçmenlerin yüzde 67’si Türkiye’nin AB üyeliğine karşı. Destek verenlerin oranı yüzde 30, karasızların oranı yüzde 3![26]
Siz boşverin Hırvatistan Cumhurbaşkanı Stjepan Mesic’in, “Coğrafi olarak söylemem gerekirse Türkiye Avrupa bölgesine aittir. Ayrıca Türkiye’yi tam üyeliğe almak AB’nin de Türkiye’nin de çıkarınadır. Ama bu daha çok AB’nin çıkarına hizmet eder,” diyen diplomatlığına; Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Almanya Başbakanı Merkel, 4 Haziran 2009’da başlayan Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde, Fransız ve Alman gazetelerinde yayımlanan ortak bir metinde, “AB’nin sınırlara ihtiyacı var. Sınırsız genişleme mümkün değil,” dediler!
Kimse gerçeği eğip, bükerek “karşılıksız hayalleri” için estetize etmeye kalkışmasın!
Daha geçenlerde AB Komisyonu Başkan Yardımcısı, Türkiye’nin AB’ye üye olmasının sanıldığından uzun süreceğini, müzakere sürecinin 6 yıl içinde sona ermesini beklemediğini söyledi.
AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Günther Verheugen, Türkiye’nin bir gün AB’ye üye olacağını, ancak bunun düşünüldüğünden uzun sürebileceğini, müzakere sürecinin 2015’te sona ermesinden umut kestiğini söyledi.
Verheugen, ‘Hamburger Abendblatt’ gazetesinin internet sayfasına yaptığı açıklamada, Türkiye’yle sürdürülen AB üyelik müzakerelerinin tam üyelik hedefiyle sürdürüldüğünü belirterek, “Türkiye’nin günün birinde AB’ye üye olacağını düşünüyorum, ancak bu düşünüldüğünden uzun sürebilir. Müzakere sürecinin 2015 yılında sona ereceği umudunu artık taşımıyorum,” dedi!
Buraya dikkat!
Hayır bitmedi! Dahası da var: Sarkozy’nin partisi, iktidardaki Halk Hareketi Birliği’nin (UMP) Genel Sekreteri Xavier Bertrand, “Türkiye’nin AB üyeliğine kısa, orta ve uzun dönemde karşıyız” dediği ‘France 2’ televizyon kanalına açıklamasında Türkiye’nin AB üyeliği konusunda partisinin tavrının çok açık olduğunu ifade eden UMP Genel Sekreteri Bertrand, “AB’nin Irak ve İran ile sınırları olmasını istemiyoruz. Türkiye’ye ‘imtiyazlı ortaklık’ verilmesini istiyoruz,” diye ekledi!
Hayır bitmedi! Dahası da var: “Türkiye, 90 milyon Müslüman demek. Türkiye’nin nüfusu, 90 milyondur. Buna Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan’ı ekleyin. Türkiler de bir yüz milyon olduğuna göre, etti mi size 190 milyon! Türkiye’ye AB kapısı açtığınızda, bu ülkeler de içimize sızacak. Türkiye’nin AB’ye girmesi, 190 milyon Türk’ün Avrupa’yı basması anlamına gelecek...”
“Türklerin nüfusu”, Avrupa’da böyle açık arttırmaya çıkarılmış durumda! Haziranın ilk haftasındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy isteyen Avrupa sağındaki -bazı ülkelerde buna merkez sağ dahil- ne kadar parti varsa, “Türk korkusunu” kullanıyor ve bunu bayrak ediniyor.
Bazıları korkuyu daha etkili hâle getirmek için; Türkiye’nin mevcut nüfusunu yeterli bulmayarak, bunu ‘90 milyona’ yuvarlıyor. Bu da yetmiyor. İşin içine Türkileri katıyorlar ve sayıları şişire şişire 190 milyona çıkarıyorlar. Bu, koca Rusya’nın nüfusundan büyük bir rakam ifade ediyor.
İtalya’nın “aşırı sağ partisi” ‘Forza Nuova’dan Roberto Fiore, Rai-3’ün “Basın Konferansı” isimli programına “Avrupa Parlamentosu” seçimleri bağlamında konuk olduğunda aynen bunları söyledi! [27]
Ve Kıbrıs’tan Kürtler’e ya da Ermeni meselesine uzanan güzergâhta hâlâ T.“C”nin AB üyeliği mi!
Dedikleri yetmiyor mu? Daha ne söylesinler?!

TÜRK(İYE) SİYASET(SİZLİĞ)İNİN “BUGÜNÜ”

T.“C”nin, AB’de bir yeri ve geleceği yok!
Her ne kadar T.“C” kendine “stratejik konum”, “alan” vs… söylenceleriyle bir yer açmaya kalkışsa da bu “beyhude bir çırpınış”!
Konuya ilişkin olarak Bahçeşehir Üniversitesi AB Bölüm Başkanı Dr. Cengiz Aktar, “Türkiye boyunu aşan işlere girişiyor” vurgusuyla ekliyor: “Davutoğlu’nun yaklaşımı şu: AB’ye dişimizi gösterip Ortadoğu ve dünyada ne kadar güçlü bir ülke olduğumuzu yansıtırsak, AB bizi üye almak mecburiyetinde kalacak. Bu son derece sıkıntılı ve gerçeklerden uzak bir yaklaşım”!
Tam da bu noktada Züheyr Macid’in, “Türkler yeni dışişleri bakanları Ahmet Davutoğlu’na ‘Türkiye’nin Kissinger’i gibi isimler taktılar; Davutoğlu’nun bu göreve atanmasındaki mesaj Arap-İslâm dünyasına, NATO’ya ve okyanuslar ötesine de ulaştı. Zira Türkiye’nin ‘Osmanlı cübbesi’ giyen bir dışişleri bakanı oldu. Mercidabık’ta Memluklularla yaptıkları savaş sonrası doğuya giren Osmanlı geri dönüyor,”[28] saptaması yerli yerine oturuyor.
‘Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nin (CSIS), Türkiye-ABD ilişkilerine yönelik ‘Türkiye’nin Değişen Dinamikleri’ başlıklı raporunda, Türkiye’nin belirsiz bir geçiş dönemine girdiğini vurguladığı bir süreçte, T.“C”nin ABD patentli Yeni Osmanlıcılık eğilimi güçlenirken; AB’ye ilgisi de geriliyor.
Ancak söz konusu yöneliş Özdem Sanberk’in, “Türkiye’nin bir başka özelliği de, tarihin akışını değiştirebilen birkaç büyük imparatorluktan birinin doğrudan mirasçısı olmasıdır. Bu emperyal geçmiş, beraberinde dış politikasına da yansıyan parametreler ve davranış kodları getiriyor. Osmanlı imparatorluğu Avrupa’da 500 yıldan fazla hüküm sürdü. İmparatorluğun son 200 yılı, Cumhuriyet’in de fikri, felsefi ve siyasi temellerinin atıldığı dönemdir. Buna mukabil, ‘Doğu’lu kimliği de olan bir imparatorluğun mirasçısı olma vasfını da taşıdığı için arkasındaki, tarihi, kültürel ve beşeri derinlik, diğer Avrupa ülkelerinden farklı avantajları, fakat sorunları da aynı anda yaşayan bir Avrupa devleti olması sonucunu da doğurmuştur. (…) Türkiye’nin eski Osmanlı hinterlandında aktif bir dış politika gütmesi doğal,” formülasyonundaki üzere, enerji dolayımıyla AB’ye pazarlanmaya kalkışılsa da, kimi tereddütlere karşın alıcı bulamıyor!
Bu koordinatlar da Felice Dassetto, açık açık, “Kendisini siyasi bütün olarak da gören AB’nin, farklı bir uygarlığa ait olan Türkiye’yi sadece jeopolitik nedenlerle kabul etmesi anlamsız,”[29] diyerek meseleyi yerli yerine oturtuyor…
Kabul edin ya da etmeyin; Nejat Eslen’in, “Türkiye jeopolitik eksen kayması yaşıyor, giderek Ortadoğululaşıyor,” gerçeğini dillendirdiği tabloda; Şlomo Ben-Ami’nin şu saptaması ise, gerçeği kavramamıza yardımcı oluyor: “Türkiye’nin Batı’yla Doğu arasında yaşadığı hiç çözülmeyen kimlik karmaşası bugün stratejik ittifaklarını sarsıyor, bölgesel ve küresel rolünü yeniden şekillendiriyor.”[30]

AB’YE KARŞI “TUTUM(LAR)”

Çok değil, bir süre önce coğrafyamızda, -Walter Lipman’ın, “Herkes aynı düşünüyorsa, hiç kimse fazla bir şey düşünmüyor demektir,” sözünü doğrularcasına- AB’ci olmamak “şaşırtıcı”ydı; şimdi değil!
Ancak yine de, Deniz Kavukçuoğlu gibi, “AB’nin, çeşitli ülkelerin sermaye gruplarını buluşturan, Avrupa kapitalizmine siyasal/hukuksal ortak çatı oluşturan bir yanı vardır, fakat aynı zamanda da emeğin bütünleşmesine, halkların birliğine de siyasal/hukuksal olanaklar sağlamaktadır. Dolayısıyla sosyalistler açısından baştan ve mutlaka reddedilmesi gereken bir proje olarak görülmemelidir. Tartışalım, derim,” diyenler de yok değil!
Aslında bu tutum; yani AB yanlısı “modernizasyon” açmazının bir ucu CHP’ye; evet, evet CHP’ye… Öteki ucu da “sivil toplumcu” liberalliğe uzanır…
Bunda şaşırtıcı olan hiçbir şey yok…
İki “ayrı uç” gibi görünen aslında aynı/benzer şeydir!
Onları son kertede aynılaştırıp/benzerleştiren sürdürülemez kapitalizm ile koparılmaz göbek bağlarıdır…
İşte bunun için sürdürülemez kapitalizm şahısında AB’ye karşı; bir İtalyan Atasözündeki üzere, “Olanaksızı isteyerek olası en iyiyi elde ederiz,” diyen itiraz/ isyan büyürken; CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, “CHP AB’ye karşı değildir,” derken; ‘Çivisi Çıkmış Dünya’ başlıklı kitabında Amin Maalouf da ekler: “AB gerçeğe dönüşen bir ütopya olarak örnek bir laboratuvar değeri taşımaktadır. Nefretleri, çatışmaları, yüzyıllık düşmanlıkları geride bırakıp önce altı, sonra on iki ya da on beş, sonra da otuz ulus için ortak bir yaşam kurmakla uğraşmak... Birçok etnik yurttan hareketle, etik bir yurdun doğması için çalışmak... İşte budur benim dileğim...”
Aslı sorulursa; yok birbirlerinden farkları…
“İyi de ne” mi?
Georg Büchner’in, “Gözlerini yukarıya çevir ve seni ezen, ancak senden emdiği kan ve isteksizce verdiğin kolların kadar güçlü olan o ufak çete kaç kişidir say”; Gabriel García Márquez’in, “Kendini çok zorlama çünkü en güzel şeyler, onları en az beklediğimizde olur”; bir Aborijin Atasözü’nün, “Gözlerini güneşte tutarsan hep, gölgeyi görmezsin hiç,” uyarılarını anımsamak ve toplumsallaştırarak “11. Tez”deki üzere hayata geçirmek…
Kolay değil… Ancak, 2009 seçimler ardından Avrupa Parlamentosu’nun 6’da biri ya ırkçı ya da AB karşıtıyken; mümkün ve gerekli olan sadece ve sadece bu!

10 Haziran 2009 18:11:20, Ankara.

N O T L A R
[*] http://turkiye-ab.blogspot.com internet blogunun soruları için hazırlandı.
[1] John Lennon.
[2] “Avrupa Sağa Kırdı”, Radikal, 9 Haziran 2009, s.1-16.
[3] Aslı Kayabal, “Avrupa Set Çekti”, Cumhuriyet, Radikal, 9 Haziran 2009, s.1-13.
[4] Paul Krugman, “AB Krizin Akıntısıyla Sürükleniyor”, The New York Times, 16 Mart 2009.
[5] M. Akyol, “Krize Karşı Direniş Şekilleniyor (mu?)”, Yol, No:16, Bahar 2009, s.23.
[6] Ergin Yıldızoğlu, “Bu Sırada Avrupa Birliği’nde... (II)”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2009, s.4.
[7] Steven Erlanger, “Avrupa’nın Zirvesinde Güç Yarışı”, International Herald Tribune, 14-15 Şubat 2009.
[8] Eirikur Bergmann, “İzlanda Milliyetçiliği AB’nin Ağına Takılıyor”, The Guardian, 3 Aralık 2008.
[9] Herfried Münkler, “Avrupalı Hayalcilere Uyan Çağrısı”, Frankfurter Rundschau, 19 Haziran 2008.
[10] Hüseyin Baş, “Sarkozy’nin Bir Yılı...”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2008, s.10.
[11] Philippe Marliere, “Sarkozy Fransa’nın Teslim Bayrağı”, The Guardian, 9 Ocak 2008.
[12] “Sırbistan’a ‘Kosova Rüşveti’...”, Radikal, 15 Aralık 2007, s.12.
[13] Mesut Gülmez, “AB’yle Sendikal Diyalog: Başlık Açmazsanız, Değişiklik Yapmam...”, Radikal, 1 Haziran 2009, s.15.
[14] Eduardo Galeano, “Savaşlar Yalan Söyleyerek Satılır”, La Jornada, Meksika, 3 Ocak 2008.
[15] Necdet Adabağ, “Küreselleşen Dünyada... Ruhban Hükümdarlıkları”, Cumhuriyet Strateji, Yıl:4, No:190, 18 Şubat 2008, s.14-15.
[16] “Papa: Dine Dönün”, Cumhuriyet, 23 Mart 2009, s.11.
[17] “Papa’dan ‘Şeytan Çıkarma’ Timi”, Sabah, 30 Aralık 2007, s.6.
[18] Nilgün Cerrahoğlu, “İtalya’da Irkçı Tırmanış”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2009, s.13.
[19] Ergin Yıldızoğlu, “Avrupa Birliği Süreci Bir ‘Yol Ayrımında’…”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2008, s.4.
[20] Ergin Yıldızoğlu, “Dün Dünle Birlikte Gitti...”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2009, s.13.
[21] Ian Buruma, “Belçika Tüm Kıtaya Alarm Veriyor”, The Guardian, 7 Ağustos 2008.
[22] Michel Rocard, “Türkiye’yi Tam da Müslüman Olduğu İçin AB’ye Alalım!”, Libération, 3 Haziran 2009.
[23] Nilüfer Göle, İç İçe Girişler: İslâm ve Avrupa, Metis Yay., 2009.
[24] Peter Luff, “AB Türkiye’ye Açık Kalmalı”, The Guardian, 30 Haziran 2008.
[25] John Thornhill, “Türkiye’nin AB Rüyası Bitmemeli”, Financial Times, 27 Nisan 2008.
[26] “Fransızların Üçte İkisi Türkiye’ye Karşı”, Radikal, 14 Mayıs 2009, s.16.
[27] Nilgün Cerrahoğlu, “Avrupa’nın Truva Atı”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2009, s.11.
[28] Züheyr Macid, “Osmanlı Ortadoğu’ya Dönüyor”, Vatan, 5 Mayıs 2009.
[29] Felice Dassetto, “Türkiye’yle AB’nin Yolları Ayrı”, La Libre. Be., 20 Nisan 2009.
[30] Şlomo Ben-Ami, “Türk Dış Politikası Kimlik Arayışında”, The Daily Star, 5 Mart 2009.

Röportör: Teşekkür ederiz.




***Röportaj sonu***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder